Victor Hugo’nun aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan bu sessiz film, yüzünde sabit bir gülümseme ile yaşamak zorunda kalmış zavallı bir adamın hikayesini konu alıyor. Tabii ki filmin romandan bazı farkları var, lakin şimdi sadece 1928 yapımı filmi hakkında konuşacağım.
Ana karakter Gwynplaine, aslında Clancharlie isimli bir asilin oğludur. Geçmişte Kral II. James, kendisi ile ters düştüğünden ötürü Lord Clancharlie’nin, “Iron Lady” ile idama mahkum edilip, oğlunun da bir ameliyat ile yüzüne aptal bir gülümseme yerleştirilmesini emretmişti.
Verdiği bu cezanın sebebi de, “babasının aptallığına ömür boyu gülecek olması” idi. Yetim ve bir başına kalan zavallı çocuk, barınacak yer ararken karların arasında donarak ölmüş bir kadın ve kucağında hala canlı olan bebeğini görür. Bebeği alır ve civarda bulduğu ilk eve sığınır.Ursus, bu iki mazlum çocuğu alarak yetiştirir. Yıllar sonra, Gwynplaine sahne gösterileri yapan bir palyaço, bebek ise Dea adında âmâ bir kız olarak karşımıza çıkar. İkili birbirlerine şiddetli bir aşk duyarlar lakin, Gwynplaine henüz aşkına kendisi hakkındaki gerçeği açıklamamıştır ve bu konuda endişe duymaktadır. Bir gün, sahnede iken Düşes Josiana gösterisini izlemeye gelir. Herkes zengin ve güzel bir kadının oraya uğramasından hayret duyarak bahseder. Kadın, Gwynplaine’e buluşmak için not yollar ve olumlu bir karşılık görür. Düşes, cazibesini kullanıp onunla birlikte olmak ister ve öpmeye çalışır. Bir taraftan düşese karşı cinsel arzu duyan, diğer taraftan Dea’ya olan sadakatini düşünen Gywnplaine, en sonunda karşı koyar ve oradan uzaklaşır.
Nihayetinde Gwynplaine’in aslında bir asilin varisi olduğu ortaya çıkar ve Josiana ile izdvacına hükmedilir. Orada bulunan soylular zavallı adamın, Kraliçenin hükmüne güldüğünü sanarak ona hakaret etmeye başlarlar. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:—Seni palyaço!
—Beni bir kral palyaçoya döndürdü!
—Kraliçe seni bir lord yaptı!
—Kraliçe beni bir lord yaptı, ama önce, Tanrı beni bir insan yaptı!
O dakikadan sonra bir kovalamaca başlar sokaklarda. Güç bela arkadaşlarına dönen zavallı adam biricik Dea’sını orada bulamaz ve Londra’dan sürüldüklerini öğrenir. Heyecanlı bir kaçışın sonunda ayrılmakta olan gemide Dea ve Ursus’u bulup onlara katılmasıyla film biter.
“Çirkiniği yüzünden dışlanan müteellim bir adamın masum bir kıza duyduğu mümteni aşk” teması, Operadaki Hayalet ve Notre-Dame’in Kamburu gibi başka eserlerde de karşımıza çıkıyor. Bunları kendi hayalinizde tasvir ederek okumak ne kadar tesirli ise, sessiz sinemadaki uyarlamalarını izlemek de en az o kadar etkileyici oluyor. Sessiz sinemanın kendine has bir cazibesi var ki, bir kere başladınız mı kapılıp gidiyorsunuz ve kendinizi yepyeni bir dünyanın kapılarını aralarken buluveriyorsunuz.
Gülen Adam ya da orijinal adıyla The Man Who Laughs’ta, dönemin şartlarına göre bence şaşırtıcı kamera açıları kullanılmış. Lunapark sahnesinde dönme dolabın içinden çekim yapıldığını o dönemde çekilen filmlerin hiçbirinde görmedim. Diğer çekim yöntemlerinden bahsedecek olursak öncelikle yönetmenin (Paul Leni) Alman ekspresyonizminin önemli figürlerinden biri olduğunu belirtmekte fayda var. Dramatik aydınlatmalar ekranın büyük bölümünü karanlık bırakmakta çünkü burada kameranın görevi bir şeyleri olduğu gibi izhar etmekten ziyade, onları örterek bir mana yüklemekti. Karakterin iç dünyasından ve duygu durumundan bize haber vermek gibi.
Sesli ve renkli filmlerin hayatın algılanış biçimini olduğu gibi yansıtma konusunda avantajları olduğundan dolayı bir rahatlık söz konusu. Erken dönem filmlerde ise hem renk hem de ses yoksunluğu vardı. Bundan dolayı, sahip olamadıkları avantajlar yönetmenleri daha fazla çalışmaya ve üzerine titizlenmeye itiyordu. Zira bir filmde ses efektleri ve renk paleti kullanamıyorsanız duyguları ifade edebilmek için elinizdeki olanaklara kat kat fazla odaklanmanız gerekir. İşte tam bu noktada oyuncuların performansı devreye giriyor ve Gülen Adam’da Conrad Veidt üstün bir oyunculuk sergiliyor. Bu da üzerinde iyi çalışılmış, yıllarca unutulmayacak bir yapım doğuruyor haliyle. Öyle ki, bu tipleme, Batman’in Joker’ine ilham kaynağı oluyor.
Bu arada Conrad Veidt’in Dr. Caligari’nin Muhayenehanesi’ndeki Cesare olduğunu da es geçmeyelim. Gülen Adam’daki performansına dönecek olursak, yüzündeki kocaman sabit gülümsemesine rağmen sadece gözleriyle bütün duyguları kusursuz bir şekilde izleyiciye yansıtmış. Kah üzüntüyü, kah biçareliği hissediyorsunuz oyuncuyla birlikte. Yaklaşık bir asır önce çekilmiş bir filmi bugün izlediğimde beni ağlamanın eşiğine getiriyorsa -üstelik renk ve ses olmadan- o film ve oyuncuları zamanının ötesindedir benim için.
Filmde en beğendiğim sahnelerden birisi ile bitirmek istiyorum;
Dea: “Tanrı gözlerimi kapadı ki sadece gerçek Gwynplaine’i göreyim!”
0 yorum:
Yorum Gönder