Hikayeye gelecek olursak; yüzünün iğrençliğini bir maske ardına gizleyerek Paris Opera Binasının mahzenlerinde yaşayan Erik, güzel opera sanatçısı Christine Dae'ye olan ümitsiz bir aşkın pençesindedir. O'nun, kariyerinde ilerleyebilmesi için önüne çıkan her türlü engeli aşar (bu engeller birer insan olsa bile). Gerektiğinde salondaki seyircilerin üzerine devasa avizeyi düşürmekten çekinmez. Aslında Erik'in bunu yapmakta bir beklentisi var: Christine tarafından sevilmek. Çünkü sevgiye ihtiyacı var. Ömrü boyunca canavar gibi görüldüğü ve toplumdan dışlandığı için o da kendini bir canavar olarak kabullenmiş, operadaki herkesin dehşetle andığı "opera hayaleti" olmuş. Christine ise onu kendisine yol gösteren bir "usta" sanıyordu. Duvarların arkasından ona konuştuğunda onu dinliyor, emirlerini yerine getirmek istiyordu. Hatta Erik onu alıp dehlizlere götürdüğünde kendi isteğiyle iniyor onunla aşağıya. Maskesini açtığı anda ise her şey değişiyor. Buradan sonra olaylar gizemli bir şekilde ilerlemeye devam ediyor.
Filmin sonu kitaptan farklılaşıyor; orijinal hikayede Erik kendi isteğiyle ölümünü
planlarken, filmde eli meşaleli öfkeli kalabalık tarafından öldürülüyor. Bir de filmin iki ayrı versiyonu olduğu için buradan sonra bazı noktalarda 1925 ve 1929 versiyonlarını karşılaştırarak gideceğim. Son sahneden devam edeyim, 1925 versiyonunda Erik'in ölümünden sonra gösterilen Raoul ve Christine'in kısa bir balayı sahnesi var. 1929 versiyonunda o sahneyi kesmişler ve Erik'in suda boğulması ile biten daha karanlık ve acıklı bir son olmuş.
renklendirilmiş olmasının dışında bazı değişikler var. Mesela 1925 versiyonunda
Kızıl Ölüm kostümü giyen Erik, merdivenlerin ortasına kadar indikten sonra ekrana açıklama kartı geliyor. 1929'da ise önce kart, sonra sahne geliyor. Yine aynı şekilde ilk versiyonda Erik'in merdivenlerin ortasında durup konuştuğu sırada Raoul'ün "Bu senin giyinme odanda duyduğum sese benziyor!" dediği diyalog kartını görüyoruz ama nedense düzenlerken onu da kaldırmışlar. Mezkur sahnede bir de çekim açıları değişiklik gösteriyor. 1925'te daha uzaktan veya çaprazdan gördüğümüz sahneler yeni versiyonda daha yakından ve tam karşıdan gösteriliyor.
Bunların yanında bir de kesilen önemli bir sahneden bahsetmek istiyorum; Christine, Raoul'e "itaat etmesi gereken efendisi" olan Müziğin Ruhundan bahsediyor. Tabii kendisinin "Müziğin Ruhu" sandığı şey tahmin edebileceğiniz gibi opera hayaleti. Onun kendisiyle konuştuğunu ve sanattan başka bir hayata meyletmemesini söylediğini anlatıyor ve Raoul'den kendisini unutmasını istiyor. Bu sahne bence hikaye açısından gayet açıklayıcı ve asla gereksiz değilken neden yeni versiyondan kestiklerine dair bir fikrim yok. Bence o sahne kalsaymış daha iyi olabilirmiş. Çünkü bize Christine'in, Erik hakkındaki imgesi hakkında ipucu veriyor: içten içe hayranlık besliyor ona karşı, ta ki maskesini açana kadar. İki versiyonun daha bunun gibi küçük büyük bir çok farklılığı var, detaylı okumak isterseniz buradan ulaşabilirsiniz. Ayrıca bu film TRT 2'de Film Arkası programında çok güzel incelenmiş, tavsiye ederim.
Sahnelerden devam edecek olursak; yeni versiyonda düzenlenen, daha bir çok sessiz filmde görebildiğimiz bir şeyden bahsetmek istiyorum ki o da renk filtreleri. Fark ettiyseniz bazı sessiz filmlerde bazı sahnelerde sarı, yeşil, mavi gibi renk filtreleri kullanılmaktadır. Ben bunun ne olduğu bilmediğim zamanlarda hiç anlam verememiştim, ama çok anlamlı bir amacı var; sahnenin gece mi gündüz mü, karanlık mı loş mu olduğunu anlamaya olanak sağlıyor. örneğin mavi filtre gece dış mekan sahnelerinde kullanılırken sarı filtre gündüz dış mekanlar için kullanılıyor.
Bunu biraz detaylı yazalım:
Kehribar: Gün ışığında iç mekanlar için kullanılır. Gece kehribar rengi bazen aydınlatılan dış gece sahneleri için kullanılırdı. Turuncu, gece iç mekanlar için yaygındı.
Sarı ton: Yalnızca gün ışığı alan dış mekanlar.
Mavi ton (Azure, Nocturne): Ay dışında ışık kaynağı olmayan sahneler.
Sepya : Sarı ton ve kehribar rengine alternatifti.
Kızıl ton : Ateş, öfke veya patlama sahneleri.
Lavanta tonu : Romantik sahneler, alacakaranlıkta veya şafakta kullanılır.
Gül : Lavantaya benzer, bazen düşük ışıklı gece iç mekanları için kullanılır.
Yeşil ton : Yeşil renkte gösterilen sahneler genellikle gizemli veya denizcilik sahneleriydi. Orman ve doğa sahnelerinde yaygın olarak kullanılmıştır.*
Operadaki Hayalet filminde bu filtrelerin genel kullanımı şu şekildedir:
mavi: Raoul ve Christine'in gece gizli buluştukları sahne, Erik'in kaçtığı sahneler.
sepya: opera salonu, giyinme odası gibi aydınlatılmış iç mekanlar.
gül: perde arkası sahneleri, bale oyunlarında ışıkların söndüğü sahneler, yeraltı geçitleri.
yeşil: Erik'in opera mahzenlerinde yaşadığı yer.
sarı: Erik'in mahzenlerde Christine'e hazırladığı oda.
kızıl: öfkeli kalabalığın meşalelerle Erik'i kovaladığı sahneler.
Baktığımızda her sahnede kullanılan ışıklandırma önemli bir mesaj veriyor bize. Yukarıda en seçkin insanların ziyaret ettiği, oyunların sergilendiği yerin altında aslında bambaşka bir dünya var. Yukarıda kullanılan ışıklarla aşağıdakiler birbirinden farklı, üst katta rengarenk ve canlı bir hayat varken aşağıda karanlıklar içinde yaşayan ve tabutta uyuyan Erik var. Orası aslında onun iç dünyasını bize anlatıyor bir taraftan da. Özellikle balo sahnesinde "Dans eden o ayaklarının altında, işkence görmüş erkeklerin mezarları var, bu sebeple de Kırmızı Ölüm, cümbüşünüzü ortadan kaldıracak!" demesi ile bunu kendi de vurguluyor.
Bu arada bu film ile alakalı bir kaç ilginç şey de aktarmak istiyorum. Çekildiği set olan Stage 28'de aynı zamanda The Phantom of the Opera (1943), Dracula (1931), Bride of Frankenstein, The Raven, Psycho gibi filmler* de çekilmiş ve Universal'in 2014'e kadar hala ayakta duran en eski stüdyosuymuş. (1924'te Opera'daki Hayalet için inşa edilmişti.) Ancak 2014 yılında içindeki tarihi önem taşıyan materyaller bir depoya kaldırılıp bina yıkılmış. O zamana kadar Stage 28, aynı zamanda "Phantom Stage" olarak anılmış çünkü bahsettiğimiz film çekildiği dönemde sette çalışan bir elektrikçi yüksekten düşerek hayatını kaybetmiş ve filmin ikinci versiyonundan 1 sene sonra da Lon Chaney hayatını kaybetmiş. Daha sonra gercekten o çalışanının ruhunun seti ziyaret ettiğini, Opera Hayaletinin suretinin etrafta göründüğünü, ortalıkta kimse yokken kapilarin ve ışıkların kendi kendine açılıp kapandığını, ve gaipten sesler geldiğini iddia eden söylentiler dolaşmaya başlamış ve bu, adına "Phantom Stage" denecek bir efsaneyi doğurmuş. Hatta 1970'lerdeki bir dedektif dizinin 2 bölümünde bu konu ele alınır. İşin ilginç kısmı, insanların bu tarz bir senaryoyu uydurmamış olup gerçekten de böyle söylentilerin dolaşmış olması.
Biraz da Lon Chaney hakkında konuşmak istiyorum. Kendisi "Binbir suratlı adam" lakabıyla da bilinir. Bunun sebebi oynadığı her rolde makyajını kendi yapması, bunu gerçekten ciddiye alması ve tabii ki de yeteneği. Örneğin Notre-Dame'in Kamburu (1923) filminde Quasimodo için yaptığı makyajı sebebiyle görme bozuklukları yaşamış, Operadaki Hayalet rolü içinse burnunu yukarı kaldırmak için bir kabloyla kulaklarının arkasından sıkıca bağlaması kanamasına sebebiyet vermiş. Zaten şu resimlere bakınca "hakikaten binbir suratmış." diyesi geliyor insanın.
İşte 96 yıl önce opera hayaletinin hikayesi bu şekilde aktarılmış beyaz perdeye. Çok kısıtlı imkanlarla, ses olmadan, renk olmadan bu kadar güzel anlatılabilirdi bir hikaye. Mükemmel makyajlar ve yetenekli oyuncular sayesinde (ve tabii ki olay örgüsü, Gaston Leroux) kendisinden yıllar sonra çekilen, gerekli teknolojik imkanlara fazlasıyla sahip uyarlamalardan daha etkili olması gerçekten dönemini aşan üstün bir başarıyı gösteriyor.
0 yorum:
Yorum Gönder