9 Şubat 2025 Pazar

Nosferatu - 2024


    Oldukça başarılı gotik atmosferli filmleriyle karşımıza çıkan Robert Eggers'ın son filmi Nosferatu, epey sağlam kadrosuyla geçtiğimiz ay gösterime girdi. Filmi uzun zamandır bekliyorduk ve beklediğimize değdi diyebilirim fakat bazı tenkitlerim elbette olacak. Konuya girmeden önce bu film için genel yorumum olarak on üzerinden yedi diyebilirim. Tabii ki oyunculuklar, sinematografi, kostümler, detaylar gerçekten son derece iyi lakin bunlar haricinde bir de mutmain olmadığım bazı yerler var fakat bu eleştirilerime bilahare değineceğim.
    
    Bilindiği üzere Nosferatu'nun ilk çıkış noktası, Drakula'nın telif hakları sebebiyle beyaz perdeye isminin ve hikayesinin biraz değiştirilerek aktarılmasından ibaret olan Murnau'nun 1922 versiyonudur. Bu ilk film hakkında da bir yazım var, orada da bu husustan bahsetmiş olmalıyım. Daha sonrasında 1979 yılında Kont rolünde Klaus Kinski'nin bulunduğu bir film, ve Eggers versiyonunda Prof. Albin Eberhart von Franz olarak yer alan Willem Dafoe'nun Kont Orlok olduğu 2000 yapımı bir film daha yapılmış. 2024 yılındaki filmimiz ise; 1922 Nosferatu'sunun, şimdiye kadarki Nosferatulardan kendinde emareler barındıran, bir nevi hepsinden bir parça alınıp mezcedilerek yeniden daha yüksek kalitede çekilmiş bir uyarlaması olması. Bu açıdan bakıldığı vakit ise konuyu hiç bilmeyen veya önceki filmleri izlememiş birinin bu mezkur filmden çok da etkileneceğini sanmıyorum. Bana göre sanki daha çok bu janra ilgi duyan, hali hazırda olayı bilen insanlara hitap edilmiş. 
    
    Bir uyarlama olarak epey başarılı olduğunu düşünmekle birlikte, Coppola'nın Drakulasında olduğu gibi büyük bir farklılık (senaryoda yapılan küçük bir değişiklik haricinde) beklememenizi öneririm. Senaryodaki mevzu bahis değişiklik ise şu: Kont Orlok, Ellen'a resmini görerek musallat olmuyor da Ellen aslında Kont'u eskiden beri kendisi çağırıyor. Bu noktada kötülüğün menbaı aslında dışsal değil bilakis içsel bir duruma dönüşüyor. Gotik korkunun en mühim özü ise tehlikenin içeriden gelmesi mevzusudur. Dışarıdan gelen kötülüklerden korunmak için inşa edilmiş o güvenli ve sağlam kalelerin, ailenin, manastırın içinden geliyor asıl tehlike. Burada ise bizzat kişinin kendi içinden geliyor. Hatta Ellen'ın von Franz'a sorduğu bir soru ile bu hususun altı çizilmiş oluyor: 
    

    Filmimiz Ellen'ın herhangi bir göksel varlığı ağlayarak çağırdığı, bunun üzerine Kont Orlok'un meçhul bir dilde konuşarak geldiği sahne ile açılıyor. Konuştuğu dil burada mühim çünkü Kont antik bir lisan olan Daçça konuşuyor. Tabii ki Daçça ölü bir dil olduğundan ve hakkında yeterli kaynak bulunmadığından mütevellit tamamen orijinali değil, yeniden yapılandırılmış bir hali oluyor filmdeki. Her ne olursa olsun ben bu detayı sevdim.  Daçyalılar Karpat Dağları'nın çevresinde yaşamış eski bir kavimmiş. Kont Orlok da malumunuz aslen Romanyalı olması hasebiyle bu lisanı konuşması çok doğal diyeceksinizdir. Fakat burada cay-ı dikkat bir mesele var ki o da şu: Daçça milattan sonra altıncı yüzyıl civarında ölmüş bir dil. Bu da bize Kont Orlok'un aslında düşündüğümüzden çok daha yaşlı, bin yıldan ziyade, olduğuna dair bir ipucu veriyor. 

    Ellen'ın çağrısındaki "herhangi" ifadesine dönecek olursak, bu kelime ile aslında yalnızca iyicil melekleri değil; şeytanlar, iblisler nevinden habis ruhları da davet etmiş oluyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi, kötülüğü aslında bile isteye, kendi arzusuyla evine sokuyor. Daha sonraları Orlok, Ellen'ı geceleri ruhsal alemde ziyaret ediyor. Ellen bunu şu tarz bir cümle ile itiraf ediyor:  "Başta güzel geliyordu fakat daha sonra bu benim utancım oldu." Onun hikayesinden şunu biliyoruz ki, Kont onu her ne zaman ziyaret etse Ellen transa girip bahçeye çıkıyor, nöbet geçiriyor ve sonra onu çıplak olarak buluyorlar. Buna benzeyen sahneler, hatırlayacaksınız, Coppola'nın Drakula'sında da mevcuttu. Drakula'nın bir yaratık suretinde geldiği ve Lucy'nin trans halinde bahçeye çıkıp o yaratıkla ilişkiye girdiği sahne gibi. Zaten genel itibariyle Kont'un (hem Orlok hem Drakula) kurbanına yaklaşmadan önce bu şekilde hipnotize ettiği bilinen bir şey.


(Bram Stoker's Dracula)                                             (Nosferatu)


    Kostümler, müzik, atmosfer, sinematografi, oyunculuklar itibariyle beğendiğimi ifade etmiştim. Bilhassa vampir kültü hakkında gerçekçi bir yaklaşım sergilenmesi adına sağlam bir araştırma yapılmış ki Orlok'un kostümü ona uygun biçimde tasarlanmış. İlk filmde Kont Orlok insandan ziyade kemirgen bir yaratığı andırırken bu filmde aslına uygun biçimde yarı çürümüş bir ceset suretinde. Robert Eggers bir ropörtajında ölü bir Transilvanyalı adam nasıl görünüyorsa kendi Orlok'unu öyle yapmaya gayret gösterdiğini söylüyor. Çünkü zaten o bölge halkı arasında da vampirlerin mezarlarından çıkan yaşayan cesetler olduğuna inanılırmış. Orlok'un görüntüsünden bahsetmişken şu bıyık meselesine de değinelim; ben açıkçası beğendim zira Drakula kitapta bıyıklı tasvir edilmişti, bunu da araya sıkıştırmış olayım. 

    Müziğe gelince, ileride eleştireceğim bir nokta hariç genel olarak güzeldi. Yine de her ne kadar bunu yapmam hakkaniyetli olmasa da Coppola versiyonu müzikleriyle bunun müziklerini kıyaslamaktan alamıyorum kendimi. Çünkü bence onun filmindeki müzikler sadece birer "arka plan müziği" olmakla kalmıyor, münferit olarak açıp dinlemeye de müsaitler. Bunda ise sadece filmi izlerken güzel yakışan birer fon müziği mahiyetinde kalmış bana göre. Tabii hakkını verelim ve Drakula müzikleri ile kıyaslamayı bırakalım; Eggers'ın filmindeki müziğin lehine olarak şunu diyebiliriz: kulak tırmalayacak derecede yükselmemesi, kararında ve yerinde kullanılması, kısacası abartılmaması oldukça doğru ve yerinde bir karar.

    Atmosfer hakkında ise dikkatimi çeken husus gece sahnelerinin bir çoğunun, aydınlatılmış iç mekanlar hariç, eski filmlerde olduğu gibi mavi filtre ile çekilmesi ve bu vechiyle siyah beyaz sessiz filmlere gönderme yapıyor olmasıydı. Onun haricinde gündüz sahneleri zaten renkli ama yine de o kasvetli, puslu havayı iyi korumuşlar. Filmin en -belki de tek- aydınlık sahnesi sonda Orlok'un üzerine güneş doğmasıyla öldüğü sahneydi ki o da eleştirimden nasibini alacak.

    Oyunculuklara gelince zaten Bill Skarsgard bu tarz mahlukları canlandırmakla kariyerini sürdürüyor desek yeridir. Nosferatu'da ise sesiyle müthiş bir iş çıkarmış. Lily-Rose Depp'den bahsetmeden geçilemez, bilhassa nöbet geçirdiği o malum sahneyi izlerken oyunculuğuna hayran kaldım. Willem Dafoe ve diğer aktörler de bence gayet başarılıydılar. 





    Senaryoda bazı değişiklikler var, bunlardan ilki Ellen'ın Orlok'u bizzat kendisinin çağırmış olması. Diğerinde ise Orlok'un yok olması için tek çaresi, arzuladığı kurbanının koynunda kanını emerken kendinden geçerek sabahlamasının sağlanması ve böylece üzerine güneşin doğmasıyla ölmesi. Bu tarz bir olay 1922'de olmuyor fakat Orlok, kurbanının kanı emerken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyor ve üzerine güneş doğduğunda yok oluyor. Yani bu Kontu öldürmek için insanlar tarafından planmış değil. Son filmde Orlok Ellen'ı, eğer kendi rızasıyla ona boyun eğmezse bütün sevdiklerini öldürmekle tehdit edip üç gün mühlet veriyor ve ikinci gün en yakın arkadaşını iki kızıyla birlikte parçalıyor. Ellen da mecburen bu son çareyi düşünüyor fakat önceki filmden farklı olarak von Franz bile ona "sen kendini Orlok'un kollarına atmazsan hepimiz öleceğiz" gibisinden imalarda bulunuyor. Von Franz daha sonra Ellen'ın eşi Thomas'ı da yanına alarak güya Orlok'u öldürecekleri sahte bir av düzenliyor ve o esnada Ellen evde kendini Kont için hazırlayıp pencereyi açarak onu çağırıyor. Nihayetinde Orlok zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor ve güneş doğunca büzüşerek ölüyor. 




    Şimdi burada beni ikna etmeyen bir şeyler var. Evvela neden illa Ellen'ın rızasının elzem olduğuna mana veremedim. Zira Orlok sonuçta hiçbir ahlaki sınırı olmayan bir canavar. O küçük kızları bilatereddüt parçaladığı gibi Ellen'a da sahip olabilirdi ama onun rızasını istiyor, bence bu biraz mantıksız. 

    İkincisi Thomas'ın Transilvanya'ya giderken onca tuhaflığa, acayipliğe ve garaibe maruz kalmasına rağmen ısrarla ve inatla yoluna devam etmesi. Yani önceki gece resmen bir vampir infazına tanıklık etmiş; sabah kalkıyor ki konakladığı köyde kimse yok, atı dahi ortada değil. Ne yapıyor peki? Bohçasını alıp karanlık ormanın içine yürüyor. Evet diğer filmlerde ve Drakula'da da bu durum aşağı yukarı böyle ama bence onlar da saçmaydı. Tamam belki karakterin materyalist bir "bilim neferi" oluşu üzerinden doğaüstünü ve manevi alemi bütün bütün reddeden zihniyete gotik tarza uygun bir surette tenkit yapılıyor olabilir ama bence bu artık kitapta ve eski filmlerde kalabilirdi. Senaryoda değişiklik yapılırken buraya da bir dokunuş yapılabilirdi kanaatindeyim. Çünkü zaten Thomas'ın arkadaşı bu tarz şeylere inanmadığı için eşini ve çocuklarını kaybediyor. Hatta von Franz kendisine şu cümleyi kurduğunda bu eleştiri yerine zaten ulaşmış oluyor: "Biz aydınlanmadık, bilimin gaz lambasının ışığıyla kör edildik." 

    Son olarak, von Franz'ın, Orlok'u öldürmenin başka hiçbir çaresini arama yoluna gitmeye tenezzül etmeden Ellen'ı harcaması bana biraz sığ geldi. Filmi izlemeden önce her yerde maruz kaldığım "you must bounce on it my child" şakasını da böylece anlamış oldum, insanlar boşu boşuna dalga geçmiyormuş. Son olarak, Kont'un öldüğü sahnede arkada çalan umut dolu keman müziği nedense beni rahatsız etti, aynı Suspiria 2018'in son sahnesindeki müziğin ne alaka olduğunu çözemediğim zamanki gibi bir hisse kapıldım. 

    Tabii bu sıraladığım eleştiriler filmi kötü yapmıyor benim nazarımda. Hatta ben bunlara rağmen çok beğendim. Yukarıda açıkladığım gibi diğer etkenler zaten oldukça özenli olduğu için benim için genel itibariyle tatmin edici oldu bu Nosferatu.

Kont Orlok ve Kont Drakula

    Her yeni filmde, senaryolar değiştikçe, başlangıçta aslında aynı karakterler olan Kont Orlok ve Kont Drakula arasındaki farklar derinleşiyor. Bu durum aynı menbadan çıkan bu iki karakterin nihayetinde bütünüyle birbirinden farklı yönlere evrilmesine sebebiyet vermiş oldu. Bu mebhasları liste halinde özetleyelim.

Dış görünüş: Bir kere Orlok tam anlamıyla yarı çürümüş bir ceset, insanlar için sadece dehşet saçan korkunç bir canavar. Drakula ise jilet gibi giyinen bir soylu gibi görünüyor. Bu haliyle Drakula insanların güvenini kazanma avantajına sahip. Çünkü Orlok mezarından kalkmış bir ceset, Drakula ise ölümsüz bir varlık.

Güneş'in üzerlerindeki tesiri: Drakula güneş ışığında ölmez, o yalnızca noktürnal bir yaratık. Orlok ise güneşte bir dakika kalsa onun için ölümcüldür.

Isırığın kurbana etkisi: Orlok'un ısırığı genelde ölümcül olup kurbanı bir vampire çevirmezken Drakula'nın ısırığı kurbanı ölümünden sonra vampire çevirir.

Şekil değiştirme yeteneği: Drakula; yarasa, kurt vesaire gibi çeşitli türlere şekil değiştirme istidadına haizdir fakat Orlok'un böyle bir yetisi yoktur.

Karakteristik farklar: Her ikisi de takıntılı bir şekilde avının peşinden koşsalar da Orlok daha kana susamış ve söz konusu kan olduğu zaman son derece dürtüseldir. Bunu kendi ağzıyla Ellen'a söylemişti zaten: "I am an appetite, nothing more." Drakula ise ileriye yönelik düşünerek anlık iştahlarını bastırıp asıl amacının peşinde gidebiliyor. Bu Drakula'yı uzun vadede aslında daha tehlikeli bir varlık haline getiriyor. Orlok da istediğini elde edemediği zaman bütün şehre fareler ve sıçanlarla ölümcül salgın hastalık ve veba getiren kindar bir karaktere sahip. Bir diğer fark ise: Drakula arzuladığı kadını elde edebilmek için edebi sözlerle etkilemeye çabalarken, örneğin: "I have crossed oceans of time to find you." Orlok'un ise doğrudan ve apaçık ifadelerle onunla olmazsa kocasını ve sevdiği herkesi öldürmekle tehdit etmesi: "Upon the third night you will submit. For he who call your husband shall perish by my hand. Till you bid me come shall you watch the world become as naught."

Isırdıkları yerler: Orlok son filmde kalp hizasından ısırıyor, Drakula ise boyundan.

    Aslında şu anda Drakula'dan başka bir de Orlok karakterinin olmasını ve Nosferatu evrenini evvelki yüzyılın başlarında telif hakları sıkıntısı olmasına borçluyuz. İyi ki de böyle olmuş diyorum. 

    Sadece bir sitemim var ki o da şudur: gotik edebiyat bir derya gibi; içinde bir çok Ann Radcliffe romanı varken, The Monk gibi Robert Eggers'ın çekmesini çok istediğim son derece çarpıcı bir roman orda dururken, Gezgin Melmoth varken, Şeytanın İksirleri varken Carmilla varken ve dahi saymadığım onlarca gotik romanlar varken neden aynı şeyler ısıtılıp ısıtılıp önümüze konuyor anlamış değilim. "Ey yönetmenler, bilhassa Eggers! Madem bu kadar gotik kültüre alakadarsın, niçin bunlara hiç dönüp bakmıyorsun?" diyesim geliyor adeta.

    Toparlayacak olursak, gotik türe ilginiz varsa izlerken son derece keyif alacağınızdan emin olunuz çünkü gerçekten birkaç ufak detay haricinde çok iyi bir uyarlama olmuş. Gotik filmlerimiz arasında böylece bir yenisi daha eklenmiş oldu, ilgi duyanlar için, izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.

Benzer Sahneler

    Son olarak diğer versiyonlarıyla benzer sahnelerinden hazırlanmış güzel bir videoyu ekleyerek bitirmek istiyorum. 


0 yorum:

Yorum Gönder