Yeni bir yazı serisine başlıyorum. Edgar Allan Poe'nun öykülerini konu alacağım bu seride ilk durağımız 1846 sonbaharında yayımlanmış olan "Amontillado Fıçısı" olarak Türkçeye çevrilmiş The Cask of Amontillado, sadece birkaç sayfa uzunlukta oldukça kısa bir hikaye olmasına rağmen okuyucunun kalbinde uyandırdığı son derece derin ve şok edici hislerin yoğunluğu yadsınamaz bir gerçektir. Bundan mütevellit mezkur hikayeyi okuduğunuz bu birkaç dakikalık süre içinde bile sarsılmanız yüksek ihtimal. Poe bu eseri yazarken ne hissediyordu bilemiyoruz lakin bu ve bunun gibi birçok kısa öyküsünün ihtiva ettiği konuları düşünecek olursak, pek de iç açıcı bir halet-i ruhiyede olmadığından neredeyse emin olabiliriz. Bu kadar kasvetin bu hikayelere sirayet edecek bir menbaı olmalı zira. İşte Poe'ya -geç de olsa- bugünkü geniş çaplı şöhretini getirecek başarısı da, böyle son derece çarpıcı bir şekilde insan zihninin muğlak sınırlarındaki o tekinsiz bölgelerinde ustaca kalem oynatabilmesindedir.
Her neyse, biz Poe'yu olduğu yerde bırakalım ve Amontillado Fıçısı'na başlayalım. Anlatıcımız Montresor, elli yıl önce işlediği bir cinayeti anlatmaktadır. Fortunato isimli, şaraptan çok iyi anlayan İtalyan arkadaşının kendisini defalarca incittiğini ve buna dayanabildiği kadar dayandığını söyleyerek girer hikayeye. Fakat en sonunda Fortunato olayı hakaret boyutuna vardırmış, Montresor ise ondan intikamını almak için kendine söz vermiştir. Karnaval günleri içindeyken bir gece yolda çıngıraklı külahı ve bedenini sıkıca saran dar bir festival kostümü ile Fortunato karşısına çıkmıştır. Sarhoşluktan önünü göremeyen Fortunato, Montresor ile samimane bir sohbete başlar. Montresor ise bunu fırsat bilip evinde bir fıçı Amontillado olduğunu ama gerçek olup olmadığını bilmediğini söyler. Fortunato ise son derece heyecanlı bir şekilde Montresor'un mahzenine inip Amontillado'yu tatmak ister. Mahzende bir girintinin önüne geldiklerinde Montresor onu çeviklikle duvara zincirleyip girintinin önüne tuğlaları dizmeye başlar. Fortunato son derece sarhoş olduğundan son ana kadar arkadaşının kendisine bir şaka yaptığını düşünür. Montresor son tuğlayı da koyar ve oradan uzaklaşır. Arkadaşını mahzendeki bir duvarın içinde ölüme terk etmiştir. Hikayesini bitirirken ise "huzur içinde yatsın" anlamındaki şu sözü söyler: In pace requiescat.
Bu hikayede Yürek Burgusu'nda olduğu gibi bir muğlaklık var. Montresor bir akıl hastası mı, biz bir delinin hezeyanlarını mı dinledik? Yoksa aklı başında biri ama anlattıkları ne kadar doğru, ne kadar yanlış? Yahut Fortunato'nun kendisine hakaret ettiği bir gerçek mi? Her şey son derece belirsiz. Ya Montresor'un anlattıklarının doğruluğuna inanacağız ya da bütün bunlar akli dengesi yerinde olmayan bir adamın hayalleri diyeceğiz. Her ne şekilde olursa olsun bu belirsizlik, bu müphemlik Poe okurunun son derece haz aldığı bir durum. Gerçek ve düşün birbiri içinde mezc olması, birbirinin yerine geçmesi insanda tarifi zor bir his uyandırıyor. Öykü için ister istemez şunu düşündürtüyor: gerçekse ürkünç, hayalse trajik. Biz ise hangisi olduğunu tam bilemeyip hiç birine tam manasıyla kani olamadığımız için her iki duyguyu aynı anda hissediyoruz. İşte bu adeta birbirinin içine karışma hali, tam olarak Poe'nun kendine has hikayeciliğinin gotik edebiyata o güne kadar görülmemiş, yepyeni bir boyut kazandıran imzası.
The Cask of Amontillado'yu ingilizce orijinalinden buradan okuyabilirsiniz.
Amontillado'dan bahsedip de Peter Lorre'nin 1952 yılındaki radyo performansını es geçmek olmaz. Tabii ki onun seslendirdiği versiyon doğrudan Poe'nun hikayesi değil. Üzerinde hatrı sayılır biçimde değişiklik yapmışlar fakat ben bu yeni çalışmayı da çok beğenmiştim. İlk dinlediğimde adeta beni benden almıştı. Yıl 2017 olmalı, bir sonbahar günüydü. Siyah-beyaz dönem korku filmlerine sarmıştım iyice. Kuşkusuz Peter Lorre de Vincent Price gibi çoğu eski dönem korku filminde başroldüler. Bu durum da haliyle üzerlerine yapışmış bir kimlik bırakmıştı ve bu kimlikle çoğunlukla gotik-korku tarzında çalışmalarda yer alıyorlardı. İşte ben de bahsettiğim yaşlarımda karşıma en çok bu ikisi çıktığı için doğal olarak bu radyo kesitini bulmuştum.
O zamanlarda neredeyse her gece uyurken bunu dinlerdim. Hatta ezberlemiştim. Şimdi bile bazı yerleri hala ezberimdedir. Ergenlik yıllarımda bu gotik edebiyat sevgisini o kadar abartırdım ki bazı geceler herkes uyurken karşı koyamadığım bir dürtüyle birden yatağımdan fırlar, kitaplarımın yanına gider, gotik müzikler dinleyerek onlara teker teker sarılır sonra yatağıma dönerdim. Şimdi anlatınca çok komik geliyor bana da fakat o zamanlar ben o kitaplarla resmen tek vücut gibi hissediyordum. Bu tutkulu duruşumu sadece kitaplara ve öğrenmeye gösterip hiçbir zaman gündem, siyaset vesaire denen illetle vakit öldürüp gençliğimin huzurunu bu boş işlerle uğraşarak kaçırmadığım için de 19 yaşımdaki halime minnettarım. Sadece kendi halimde, her şeyden uzak, derslerim, kitaplarım ve ben vardık. İyi ki de öyleydik.
İşte böyle gotiğe karşı yoğun duygular yaşadığım bir evrede bulduğum bu radyo kesitini de her gece dinleyip ezberlemem gayet normaldi. Bende öyle bir his uyandırıyordu ki, sanki 1952 yılında bir anım varmış da o ana gidip nostalji yaşıyormuşum gibi tuhaf bir duyguydu. Şimdi bunların kalbimde tekrar uyanacağını sanmıyorum ama kim bilir, bunu burada izleyenlerden biri belki de benim zamanında hissettiklerimin bir benzerini hissedebilir.
0 yorum:
Yorum Gönder